
Şu sıralar neredeyse herkesin hemfikir olduğu bir konu var: Zaman su gibi akıp gidiyor.
Haftalar göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor, aylar bir hafta gibi geliyor.
Peki neden böyle hissediyoruz?
Bu hız farkının sebebi aslında pek de gizemli değil: Yenilikle ilgili.
Günlerimiz ne kadar çok yeni, öngörülemez ve zorlayıcı deneyimle doluysa, zaman o kadar yavaş geçiyormuş gibi hissederiz.
Tam tersi durumda, yani bir gün diğerinin aynısıysa, zaman ışık hızıyla geçip gider.
Çocukluğumuzu Hatırlayalım
Çocukluk yılları, zamanın en yavaş aktığı dönemdir. Çünkü her şey ilk kez yaşanır.
İlk kez kar görürüz, ilk kez yüzmeyi öğreniriz, ilk kez kalbimiz kırılır.
Küçük gibi görünen ama aslında olağanüstü deneyimlerle dolu ilk on yıl, neredeyse bin yıla bedeldir.
Yeni deneyimlerin çokluğu, zamanı yoğunlaştırır.
Ama büyüdükçe, hayat tanıdık hale gelir. Artık hiçbir şey ilk değildir.
Yolda yürürken çevremize bile bakmayız.
Bir ananas yemek, bir yolculuğa çıkmak ya da yeni biriyle tanışmak eskisi kadar heyecan vermez.
Zihin tanıdık olanı filtreler. Fark etmeyiz.
Ve fark edilmeyen anlar, hızla geçip gider.
Rutin Hayat, Zamanı Hızlandırır
Her sabah aynı saatte uyanıyoruz. Aynı kahvaltıyı yapıyor, aynı yolları yürüyor, aynı insanlarla benzer şeyleri konuşuyoruz.
Günler birbirinin tekrarı haline geliyor; sanki her biri bir öncekinden kopyalanmış gibi.
Zihin, tanıdık ve tekrar eden şeyleri “yeni” olarak algılamaz.
Ve kayda değer bir yenilik olmadığında, o gün bellekte yer etmez.
Zihnin kayda almadığı bir gün, yaşanmış gibi hissettirmez.
İz bırakmayan günler birbirine eklenir ve buhar olup gider.
Aylar geçer, yıllar geçer… Ama geriye dönüp baktığımızda elimizde pek az şey kalır.
Hayat aynılaştıkça, zaman hızlanır.
Ve sonunda geriye sadece şu cümle kalır:
“Nasıl geçtiğini anlamadım.”
Zamanı Yavaşlatmak Mümkün mü?
Evet, mümkün. Bunun yolu, daha derin yaşamaktan geçiyor.
Ve bu konuda bize en iyi yol gösterecek kişiler ise sanatçılar olabilir.
Sanat, bize ne kadar az şeyin farkında olduğumuzu hatırlatır.
Bizi sıradan şeylerle yeniden tanıştırır; ilgimizi kaybettiğimiz alanlara yeniden dikkat çeker.
Sanat, bizi bir bebeğin duyusal hassasiyetine geri döndürür.
Cézanne’ın elmayı ilk kez görüyormuş gibi resmetmesi gibi; bize yeniden bakmayı öğretir.
Sanat üretmemize gerek yok. Sanatçılardan öğrenmemiz gereken şu:
Hayatı fark ederek yaşamak, gözümüzü açarak yaşamak – böylece zamanı gerçekten hissetmek.
Galeriye konulacak bir şey yaratma niyetimiz olmasa da; bilinçli yaşama arzusu çerçevesinde,
şehrin yabancı bir sokağında yürüyebilir,
eski bir arkadaşımıza daha önce hiç sormadığımız bir şey sorabilir,
bahçede uzanıp yıldızlara bakabilir
ya da sevdiğimiz birini daha önce hiç olmadığımız şekilde kucaklayabiliriz.
Zamanı yavaşlatmanın yolu, dünyaya yeniden bakmaktır.
Tanıdık olana yeniden şaşırmaktır.
Bir Dakikayı Çağa Dönüştürmek
Dostoyevski’nin Budala romanında bir mahkûm aniden idama mahkûm edilir. Ona yalnızca birkaç dakikası kaldığı söylenir.
Ve şöyle haykırır:
“Ya ölmeseydim! Ya hayat bana geri verilseydi – ne sonsuzluk olurdu o!… Bir dakikayı koca bir çağa dönüştürürdüm…”
Hayatını kaybetme tehdidiyle yüzleştiğinde, zamanın gerçek değerini fark eder.
Çünkü insan, yaşamı gerçekten kavradığında, bir dakikayı bile bir ömre dönüştürebilecek derinliğe ulaşabilir.
Son Söz
Zamanın hızla geçtiğinden şikâyet ediyoruz.
Ama belki de asıl sormamız gereken soru şu:
Bugün gerçekten yaşadım mı, yoksa sadece bir günün daha içinden geçip gittim mi?
Hayatımıza daha fazla yıl eklemek zorunda değiliz.
Ama her güne daha fazla anlam, daha fazla derinlik katabiliriz.
Gözümüz açık, kalbimiz açık, zihnimiz uyanık yaşadığımızda;
aynı zaman dilimi bambaşka bir deneyime dönüşebilir.
Zamanı durduramayız.
Ama onu yoğunlaştırabiliriz.
Ve bu, çoğu zaman sadece bir şeye — belki defalarca gördüğümüz bir şeye — yeniden ve gerçekten bakmakla başlar.
Bir yanıt yazın