Kapatmak için ESC tuşuna basın

James Baldwin: Her Yerde ve Hiçbir Yerde

Bazı insanlar yaşadıkları döneme sığmaz. James Baldwin onlardan biriydi. Ne ülkesine, ne çağının kalıplarına, ne de kendisine biçilen kimliklere sığdı. Dünyayı anlamanın yolu, onun için hep dışarıdan bakmaktı. Dışarıda olmanın, bazen en derin içgörüye sahip olmak demek olduğunu, hayat ona istemese de öğretmişti. 

Baldwin, 1924’te Harlem’de doğdu. Yoksulluk, ayrımcılık ve öfke içinde büyüdü ama kelimeleri bir silah gibi kullanmayı öğrendi. Edebiyatı, dünyaya karşı savunmasız kalmanın en güçlü biçimi hâline getirdi. Daha yirmili yaşlarının başında Amerika’dan ayrılıp Paris’e gitti; çünkü “nefes alabilmek için bir yer” arıyordu.

Kendine Yer Arayan Bir Yazar

Baldwin hiçbir yere tam olarak ait olamadı. Paris’te Amerikalı, Amerika’da “fazla Avrupalı”, siyah toplulukta “fazla entelektüel”, beyaz çevrelerde ise “fazla siyah” olarak görülüyordu. Ama o, bu aradalığın içinde kendi sesini buldu.

“Bir yere ait olmadığınızda, her şeyi daha net görürsünüz. Bağlılıklarınız sizi kör etmez” derdi.

1960’ların başında yolu İstanbul’a düştü. Şehrin gürültülü sokaklarında, Boğaz’ın sabah sisinde, yabancı olmanın tuhaf huzurunu buldu. Geceleri Beyoğlu’nda dostlarıyla buluşur, sabahları yazılarına gömülürdü. Türkiye’de onu tanıyanlar, sessiz ama yoğun bir enerjisi olduğunu anlatır — “Jimmy” derlerdi ona, çünkü herkese kendini yakın hissettiren bir sıcaklığı vardı.

Bir Dostluk: James Baldwin ve Yaşar Kemal

İstanbul’da en yakın dostlarından biri Yaşar Kemal’di. İkisi de kendi ülkelerinde adaletsizliğin tanığıydı; ikisi de insanın ezilmişliğini, cesaretle ve merhametle yazıya dökmüştü.

Bir akşam Baldwin, “Burada kendimi özgür hissediyorum,” der.
Yaşar Kemal gülümser: “Çünkü sen Amerikalısın.”

Bu tek cümle, Baldwin’in İstanbul’daki varoluşunu kristalize eder. Amerika’da kimliğinin her bir parçası bir yükken, burada o kimliğin siyasi ağırlığından kurtulmuştu.

Sözün Ağırlığı

Baldwin, “The Fire Next Time”, “Giovanni’s Room” ve “Go Tell It on the Mountain” gibi eserlerinde yalnızca siyahların değil, tüm insanlığın hikâyesini yazdı.

Onun için kimliklerimiz bizim sınavımızdı.

Sevgi ise romantik bir kavram değil, politik bir eylemdi. “İnsanları gerçekten sevmeye başladığınızda, onları değiştirmekten vazgeçersiniz,” diyordu.

İstanbul’da geçirdiği yıllar, bu düşünceleri olgunlaştırdı. Uzakta olmanın sağladığı sessizlik, ona daha derin bir bakış kazandırdı. Artık yazdıkları, Amerika’nın ötesine taşan, insanlığın iç yaralarına dokunan metinlerdi.

Sonsöz: Bir Vicdan Mirası

Baldwin, hayatının sonuna dek bir “tanık” olmayı seçti. Nerede bir acı, nerede bir adaletsizlik varsa, orada durdu ve not aldı. Amacı hüküm vermek değil, sadece gördüklerini kaydetmekti.

“Ben bir şeye tanıklık ettim — önemli olan bu.” demişti bir röportajında. 

1987’de, Fransa’da vefat ettiğinde, ardında sadece edebi şaheserler değil, bir vicdan mirası bıraktı.

Baldwin’in hikâyesi, insanlığın ortak hikâyesi desek yanılmış olmayız. 
O, sınırların, tenlerin, ideolojilerin ötesinde bir sorunun peşindeydi:
İnsan, nasıl olur da hem acımasız hem de merhametli olabilir?
Nefretle kuşatılmış bir dünyada, sevgiyi nasıl koruyabilir?

Her gittiği yerde aynı şeyi aradı: anlamlı bir yer.
Ama sonunda anladı ki, o yer ne Paris’ti, ne New York, ne İstanbul.
O yer, kelimelerin arasında, yazarken var ettiği o sessiz iç dünyaydı.
O dünyanın temelleri öfke değil, anlayış; ideoloji değil, kalpten gelen bir dürüstlüktü.

Ve belki de Baldwin’in bize bıraktığı en büyük ders, şudur:
Bir insanın gerçek evi, ait olduğu toprak değil, inandığı hakikatle kurduğu ilişkidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir