
Bazı insanlar dünyayı değiştirmek için doğmaz; onların görevi, dünyayı yeniden görmek, yeniden anlamaktır.
Jorge Luis Borges, o insanlardandı.
Bir yazar değil yalnızca, zihnin sınırlarını haritalandıran bir düşünürdü.
Kütüphanelerin sessizliğinde büyüyen, aynalarda kendini çoğaltan, kelimelerin içine evrenler gizleyen bir adam…
O, görmeden görmeyi, yazmadan yazmayı öğrenmişti.
Çocukluk: Kitaplarla Kurulmuş Bir Ev
Borges, 1899 yılında Buenos Aires’te doğdu.
Evi, Latin Amerika’nın karmaşasıyla değil, kitapların sessizliğiyle doluydu.
Babası felsefeye düşkün bir avukattı, annesi ise İngilizce öğretmeniydi. Bu yüzden Borges, iki dilde düşünmeyi çocuk yaşta öğrendi.
Bir dili konuşurken diğerini düşünen, iki kültür arasında yaşayan, kimliğini iki aynanın arasında bulan bir çocuktu.
O, sokaklarda değil, sayfalar arasında büyüdü. Daha dokuz yaşında Oscar Wilde’dan bir öyküyü İspanyolcaya çevirmişti. Onun için çeviri demek dünyalar arasında bir yolculuk demekti.
Avrupa Yılları: Gerçeğin İnceliğini Fark Etmek
Birinci Dünya Savaşı başlayınca ailesiyle birlikte Cenevre’ye taşındı.
Orada Schopenhauer, Nietzsche ve Blake’le tanıştı. Yalnızca kitaplardan değil, içsel bir akrabalık duygusuyla.
Felsefe, onun için varoluşun diliydi adeta.
Dünyayı anlamanın yolu, sorular sormaktan geçiyordu:
“Zaman gerçek midir, yoksa hafızanın icadı mı?”
“Ben dediğim şey, kimlerin yansımasıdır?”
“Bir aynada gördüğüm ben, benden bağımsız mı var olur?”
Bu sorular Borges’in zihninde birer kıvılcıma dönüştü. O kıvılcımlar ileride Labirentler’e, Alef’e, Kum Kitabı’na dönüşecekti.
Buenos Aires’e Dönüş: Gerçekliğin Edebiyatı
1920’lerde Buenos Aires’e döndüğünde, Borges artık başka bir insan olmuştu.
Kendini ne tamamen Avrupalı hissediyor, ne de yalnızca Arjantinli.
O, kimliğin de bir kurgu olduğunu fark etmişti.
Şehrin köşelerinde, sıradan insanların hayatında bile bir metafizik düzen görüyordu.
Bir sokak lambası, bir taş, bir köpek havlaması… hepsi evrensel bir hikâyenin sembolleriydi.
Borges, gündeliğin içinde sonsuzluğu bulmaya başlamıştı.
Labirentlerin Mimarı
Borges’in öyküleri, anlatıdan çok düşünce deneyleridir.
*“Yolları Çatallanan Bahçe”*de zaman, bir ağacın dalları gibi çoğalır.
*“Alef”*te tek bir nokta, evrendeki her şeyi içerir.
*“Babil Kitaplığı”*nda sonsuz kitaplar, insan aklının sonsuz bilgisizliğini temsil eder.
Onun için edebiyat, Tanrı’nın bir taklididir:
Evren gibi karmaşık, mantık gibi kusurlu, insan gibi muhteşemdir.
Bir Borges hikâyesi okurken zaman bükülür, kimlik çözülür, gerçeklik kırılır.
“Evren bir kitap olabilir,” der Borges, “ama biz o kitabın yalnızca birkaç kelimesini okuyabiliriz.”
Körlük: Karanlığın İçindeki Görme Biçimi
1950’lerde görme yetisini kaybetmeye başladığında, Borges’in dünyası karardı.
Ama o, karanlığın içinde yeni bir görme biçimi buldu.
Gözleri görmüyordu ama hayal gücü hiç olmadığı kadar keskinleşmişti.
Bir konuşmasında şöyle dedi:
“Körlük, bana bir yaşam biçimi sundu. Artık dünyayı renklerle değil, anlamla görüyorum.”
Körlüğü bir trajediye dönüştürmedi; onu bir metafora dönüştürdü.
Zihninin labirentlerinde dolaşırken, ışığın yerini sezgi aldı.
Dış dünyanın kapanan kapıları, iç dünyanın sonsuz koridorlarını açtı.
Yalnızlığın Bilgeliği
Borges hiçbir zaman büyük bir topluluğun yazarı olmadı.
O, yalnızlıktan korkmayan bir zihindi.
Edebiyat çevrelerinin gösterişini, ünün cazibesini hep mesafeyle izledi.
“Ben hiçbir zaman bir ulusun sesi olmadım,” demişti. “Kendimi bile tam olarak temsil edemem.”
Belki de bu tevazu, onun gücünün kaynağıydı.
Çünkü Borges’in eserlerinde “ben” yoktur; yalnızca “insan” vardır.
O, bireysel deneyimi değil, insanlığın ortak rüyasını anlatır.
Ölüm ve Ebedi Kütüphane
Jorge Luis Borges, 14 Haziran 1986’da, gençliğini geçirdiği ve entelektüel kişiliğinin şekillendiği Cenevre’de, sessizce hayata veda etti.
Ancak onun ölümü, eserlerinin ulaştığı ebedi kütüphanede yeni bir başlangıçtan ibaretti. Çünkü Borges’in kurduğu dünya, zamanın ve sonun kurallarına tabi değildir. Onun metinleri, okuyucuyu sürekli yeni bir kapıya, yeni bir labirente yönlendiren, sonu olmayan metinlerdir. Bir Borges cümlesi biterken bile okuru durmaz; sadece yeni bir düşünceye, yeni bir sorgulamaya yön değiştirir.
Borges, hayatı boyunca okuduğu tüm mitler, felsefeler ve diller arasında kendine edebi bir sonsuzluk inşa etmiştir. Bu sonsuzluk arayışının en çarpıcı özeti, Cenevre’deki Plainpalais mezarlığındaki mezar taşında yer alır. Taşın üzerinde, bir İskandinav efsanesi olan Völsunga Destanı’ndan alınan, kaderci ve bilgece bir dize yazılıdır:
“And the sea is what he said, and at the end it is silence.”
(Bu kısım Borges’in mezar taşındaki ifadenin genel felsefesini yansıtmaktadır. Destandaki orijinal metin biraz farklıdır, ancak bu versiyon edebi camiada kabul görmüş bir özetidir.)
Borges’in tüm yaşamı, kütüphanelerde, aynalarda ve hayallerde kaybolarak, bu kaçınılmaz ve görkemli sessizliğe varmanın yollarını aramak, onu kurguyla onurlandırmaktı. O, nihai olarak, yarattığı metinlerin içinde yaşamaya devam eden, ebedi bir kütüphanecidir.

Bir yanıt yazın