
Terapilere gideriz.
Kendinimizi anlamak için kitaplar okuruz, içsel yolculuklara çıkarız.
Her şey yolunda görümeye başlar: ne hissettiğimizi biliriz artık, geçmişimizle yüzleşiriz, kalıplarımızı fark ederiz. Neyi neden yaptığımızı çok iyi biliriz.
Ama bu bilgi bizi dönüştürmeye yetmez.
Çünkü farkındalık, kontrolsüz olduğunda bir yük haline gelir. Aşırı analiz, kaygı, kafa karışıklığı ve sürekli kendini izleme hâli doğar.
Psikolog Rick Hanson, bu konuyu elli yıllık deneyimiyle şöyle yorumluyor:
“Kendini bilmek elbette önemli. Ama bazı insanlar, bir sorunu çözmekten çok onu anlamakla meşgul. Ve anladıkça kendilerini daha kötü hissediyorlar. Sanki büyümeye çalıştıkça daha da sıkışıyorlar.”
Bu konuda üç temel sorun öne çıkıyor:
- İçsel Acıların Gözlemi:
Kendimize dair farkındalığımız arttıkça, geçmişte bastırdığımız anılar, duygular, travmalar yüzeye çıkar. Bunları işlemeye hazır olmadığımızda, bu farkındalık ezici bir hâl alır. - Sürekli Düşünme Döngüsü:
Kendi düşüncelerimizi sürekli tekrar etmek, yani ruminasyon, öz-farkındalığı verimli bir içgörü sürecinden çıkarıp zihinsel bir hapishaneye dönüştürebilir. - İçsel Çatışmaların Farkına Varmak:
Kendi içimizde birbiriyle çelişen seslerin varlığını fark ettikçe — örneğin bir yanımız cesur ve dürüst olmak isterken, diğer yanımız onaylanma ihtiyacından dolayı susmak ister — bir karar verme felcine kapılabiliriz. Öz-farkındalık arttıkça bu içsel çatışmaları daha net görmeye başlarız. Ama hangisi “gerçek ben”? Hangi ses daha otantik? Hangisi öğrenilmiş ve bize ait olmayan bir ses? “Kendime karşı çok farkındayım ama bu beni felç ediyor.” — Bu cümle, birçok insanın iç sesi olabilir.
İçsel Sahnedeki Sesler: Ego, Süperego ve Diğerleri
Kendi iç dünyamıza dikkatle baktığımızda, aslında tek bir “ben” olmadığımızı görürüz. İçimizde farklı sesler, arzular, kaygılar ve niyetler bir arada yaşar. Bazısı bizi ileriye taşımak isterken, diğeri bizi korumaya çalışır ama bazen abartır. Öz-farkındalık arttıkça, bu içsel “parçaların” çatışması daha görünür olur.
Freud’un dilinde bu üçlü şöyle açıklanır:
- İd: Dürtüsel, doğal ve çoğu zaman bastırılan istekler. Çocuksu ve yaratıcı olan taraf.
- Süperego: Toplumsal normlar, ahlak, ebeveyn sesleri. “Böyle davranmamalısın” diyen iç denetçi.
- Ego: Bu iki uç arasında denge kurmaya çalışan, gerçekliğe uygun kararlar vermeye çalışan yönetici.
Fakat bu sesleri fark etmek, onları susturmak anlamına gelmez.
Aksine, birçoğumuz bu sesler arasında sıkışıp kalırız. “Bu isteğim gerçekten bana mı ait?”, “Toplumsal onay mı istiyorum, yoksa gerçekten böyle mi hissediyorum?” gibi sorular bizi boğar.
Durgunluk Hâli: Farkındayım Ama Değişemiyorum
Bu noktada önemli bir kavram devreye giriyor: bilinçli yetersizlik.
Bunun dört gelişim aşaması var:
- Bilinçsiz Yetersizlik: Yanlış yaptığımızı fark etmeyiz.
- Bilinçli Yetersizlik: Ne yaptığımızı ve neden kötü sonuçlandığını fark ederiz ama değiştiremeyiz.
- Bilinçli Yeterlilik: Farkındayız ve kontrolle davranışımızı değiştirebiliriz.
- Bilinçsiz Yeterlilik: Artık çaba harcamadan doğru şekilde davranırız.
Çoğumuz ikinci aşamada sıkışırız. Hatalarımızı görürüz ama değiştiremeyiz.
Bu, farkındalığın en can acıtan hâlidir çünkü insan hem neden sıkıştığını bilir hem de kıpırdayamaz. Bu noktada birçok kişi kişisel gelişimden ya da terapiden vazgeçer.
“Kendimi tanıyorum, sorunu biliyorum ama değiştiremiyorum.” — Bu cümle, bilinçli yetersizliğin içsel yankısıdır.
Öz-Farkındalık mı, Öz-Bilinç mi? İçimizdeki Dış Göz
Öz-farkındalık, kendimizi içeriden anlamaya çalıştığımızda doğar. Duygularımızı, tepkilerimizi, değerlerimizi tanırız. Bu bir tür iç gözlemdir.
Ama bazen bu gözlem, içimizden değil dışımızdan yapılmaya başlanır.
“Sanki kendimi üçüncü bir kişiden izliyorum.”
“Yaptığım her şeyi değerlendiren biri var içimde.”
“Ağzımı açmadan önce, insanlar ne düşünecek diye bin kez düşünüyorum.”
Bu durum artık öz-farkındalık değildir. Bu, öz-bilinçtir. Ve çoğu zaman, aşırı öz-bilinçlilik hayatla bağımızı koparır.
Beynimizde bu deneyimin bir karşılığı vardır: varsayılan mod ağı (default mode network).
Bu ağ, bir şey yapmadığımızda aktif hâle gelir. Zihnimiz boşta kaldığında “kendimize dönmeye” başlarız. Ne hissettik, ne söyledik, kim ne dedi, nasıl görünüyoruz…
Bu sistemin işi, benliğin devamlılığını sağlamak olsa da, aşırı aktif hâlde “kendilik preoküpasyonu” (yani benliğe takılı kalma) doğurur. Ve bu, sosyal kaygı, depresyon ve karar verememe gibi pek çok sorunun temelini oluşturur.
“Kendimizi gözleyen bir gözümüz var. Ama bu göz çoğu zaman eleştirel, kuşkucu ve yargılayıcıdır.”
Eğer bu göz hep “aferin, devam et!” deseydi, sorun olmazdı. Ama çoğu zaman “yetersizsin, yanlışsın” der.
Şefkatsiz Gözlem Felce Neden Olur
İşte bu noktada, farkındalık bizi geliştirmek yerine durdurmaya başlar.
- Artık spontane davranamayız.
- Kendimizi bastırırız, çünkü “yanlış bir şey yapma” ihtimali büyüktür.
- Ve içimizdeki o saf, neşeli, biraz da tuhaf parçamız — yani “bizim gerçek hâlimiz” — gözden kaybolur.
Çünkü farkındalığın yanında kendilik şefkati gelişmezse, fark ettiğimiz her şey utançla kaplanır.
Rick Hanson’ın dediği gibi, “kendini gözlemleyen parçamız, diğer parçalarımıza kötü davranmaya başlar.”
Halbuki o küçük, çocuksu, yaratıcı yanımız; neşe, bağ ve oyunla hayatımıza renk katabilecek tek yer olabilir.
İçimizdeki Seslerle İlişki Kurmak: Ego Gücünü Geliştirmek
Rick Hanson burada güçlü bir metafor sunuyor: İçimizde bir “merkez benlik” var, tıpkı Yuvarlak Masa Şövalyeleri’ne başkanlık eden Kral Arthur gibi.
Bu merkez, içimizdeki farklı sesleri (parçaları) duyar, anlar, fakat sonunda ne yapacağımıza o karar verir.
İşte buna psikolojide ego gücü deniyor.
Ego gücü, sadece “karar verebilen bir akıl” değil, aynı zamanda yoğun duygularla baş edebilen, karmaşık iç sesler arasında yön bulabilen, kendini toparlayabilen bir merkezdir. Ve bu güç, zamanla gelişir.
İki temel gelişim süreci var:
- İrade kasını güçlendirmek:
Gün içinde yapmak istemediğimiz ama faydalı olan bir şeyi yapmak, irade kasımızı çalıştırır. Tıpkı William James’in önerdiği gibi:
“Her gün, yapmaktan hoşlanmadığınız ama sizin için iyi olan bir şeyi yapın. Bu iradenizi eğitir.” - Merkez benliğin kapsayıcı hâle gelmesi:
Bazı insanlar güçlü bir egoya sahiptir ama bu ego, bütün benliği temsil etmez. Aksine; başarı odaklı, onay odaklı ya da görev odaklı olabilir. Bu tür bir ego, insanı dışarıya karşı güçlü gösterir ama içeride kırılganlaştırır.
Hanson, Jung’tan bir alıntı yapıyor:
“Gerçek Benlik (büyük S ile yazılan Self), egonun nesnesidir.”
Yani biz “benliğimizin” merkezi değiliz — ego, asıl benliğe hizmet eder.
Rol Oynama: Bastırılan Parçayı Sahneye Çağırmak
“Benim içimde tatlı, biraz çocuksu, yaratıcı bir parça var. Ama o parçaya karşı öfkeliyim. Çünkü ne zaman onu dışarı çıkarsam insanlar beni reddetti. O yüzden yıllardır bastırıyorum.” Diyen bir danışana Hanson şöyle bir soru soruyor:
“Peki bu parça gerçekten kötü müydü? Yoksa ona kötü davrananlar mı yanlıştı?”
Danışan cevap veriyor:
“Aslında sadece çocukça ve neşeliydi. Ama insanlar acımasızdı. Şimdi ona baktığımda, üzülüyorum. Ama aynı zamanda hâlâ utanıyorum.”
Bu an, büyük bir farkındalık yaratıyor:
Kendimizin bir parçasını yıllarca reddettik çünkü başkaları da onu reddetti. Ama bu parça; yaratıcılık, oyun, samimiyet gibi en canlı yönlerimizi taşıyor.
Rick Hanson’ın önerisi:
- Bu parçayı “usulca” yeniden sahneye çağır.
- Ona yumuşakça yaklaş.
- Onu bastıran iç eleştirmenine şöyle de:
“Yardım etmek istiyorsun, ama artık bu kadar katı olmana gerek yok.” - Ve sonunda şu farkındalıkla vedalaş:
“Bu parça belki zaman zaman abartılıydı ama kötü değildi. Sadece anlaşılmaya ihtiyacı vardı.”
Kendinden Uzaklaşmadan Kendini Aşmak
Kendimize dair aşırı farkındalık çoğu zaman dış referanslı bir öz-bilinç yaratıyor.
Yani “Ben bunu yaparsam insanlar ne düşünür?”, “Acaba garip mi oldum?”, “Yanlış anlarlar mı?” gibi düşünceler, bizim gerçek benliğimizin önüne geçiyor.
Bu aslında bir öğrenilmiş davranış.
Çocukken, çevremizdekiler bizi sürekli yargılayarak, utandırarak ya da küçümseyerek bize şunu öğretti:
“Olduğun gibi olursan zarar görürsün.”
Ve biz bugün hâlâ, o zamanki bilinçsiz insanların gölgesinde yaşamaya devam ediyoruz.
Peki Ne Yapabiliriz?
“Kendimi olduğum gibi ifade etmek istiyorum ama o an geldiğinde içimdeki ses beni durduruyor. Bu sesi nasıl susturabilirim?”
Rick’in Hanson’ın yanıtı net:
Önce bu sesi anlayacağız. Çünkü bu ses, aslında seni korumaya çalışıyor.
Sana “utanç yaşama, dikkatli ol” diyor. Ama bunu yaparken, artık gelişmene engel oluyor.
İç eleştirmenle şöyle konuşabilirsin:
“Seni duyuyorum. Beni korumak istiyorsun, ama artık bu kadarına gerek yok. Artık çocuk değilim. Anlayışlıyım, güçlü ve temkinliyim.”
Aynı anda, yıllardır bastırdığın o içteki tatlı, oyuncu, yaratıcı parçayı da şöyle cesaretlendirebilirsin:
“Seni özledim. Korkma. Bu sefer yanındayım. Sen de sahnede olabilirsin.”
İlişki Kurarken Odağı Kendimizden Başkasına Çevirmek
Bu aşırı farkındalık, özellikle sosyal ilişkilerde felce neden oluyor. İnsanlarla konuşurken sürekli “iyi görünüyor muyum?”, “doğru şeyi mi söyledim?” gibi iç seslerle meşgul olmak, anda kalmamıza engel oluyor.
Rick burada çok güzel bir dönüşüm öneriyor:
“Bir odaya girdiğinde ‘Beni sevsinler’ yerine ‘Ben kimleri sevebilirim?’ diye düşün.”
İnsanlarla bağ kurmanın en güçlü yolu; dinlemek, onları önemsemek, samimi olmak.
Kendimizi “etkilemeye çalışan biri” gibi değil, “dinleyen ve anlayan biri” gibi konumladığımızda, üzerimizdeki baskı da azalıyor. Çünkü kendilik bilinci yerine “karşıdakine yönelmiş şefkatli dikkat” devreye giriyor.
İnsanlar kendilerini dinleyen insanları severler. Etkilenmekten çok, anlaşılmak isterler.
Bedenle Temas Kurmak, Parçaları İçselleştirmek
Bu dönüşüm sadece zihinsel değil, bedensel de olmalı.
Bastırdığımız o otantik parça — ister çocukluğumuzdan gelsin, ister kırılgan yanlarımızdan — sadece düşünerek değil, bedensel olarak da yaşatılmalı.
O an içten gelen bir sıcaklık, hafif bir tebessüm, doğal bir jest… İşte o anlar, kendimize yeniden yaklaşmanın işaretleridir.
Farkındalık Şefkatle Tamamlandığında Şifa Olur
Öz-farkındalık kendi başına bir kurtuluş değildir.
- Eğer yanında şefkat yoksa, sadece utanç üretir.
- Eğer yanında ego gücü yoksa, sadece felce neden olur.
- Eğer yanında gerçek ilgilenme hali yoksa, yalnızlaştırır.
Ama bu üçü birleştiğinde — farkındalık, şefkat ve merkezlenmiş bir ego — kişi kendi içindeki bölünmüşlüğü toparlar, parçalarını yeniden bir araya getirir.
Ve belki de o zaman, nihayet şöyle diyebiliriz:
“Artık sadece kendimi izleyen biri değilim. Kendimin içinde yaşayabilen biriyim.”
Bir yanıt yazın