Kapatmak için ESC tuşuna basın

Neden Bazı İnsanlar ve Mekanlar Bizi Tüketiyor?

Hepimizin başına gelmiştir. 

Birisiyle kahve içmeye gideriz, bir saat sohbet ederiz ama buluşma bittiğinde kendimizi tükenmiş hissederiz. Sanki içimizdeki pil sıfırlanmış gibi.

İlginç olan şu ki, konuşma sırasında kötü hiçbir şey olmamıştır: ne bir tartışma, ne bir kavga… Sıradan bir sohbet…

Bunun tam tersine, hayatımızda öyle insanlar da vardır ki onlarla saatlerce konuşsak bile ayrılırken kendimizi daha enerjik, daha canlı, daha ilham dolu hissederiz. Onlarla buluşmak, sanki bizi evrensel bir enerji kaynağına bağlamış gibidir.

Aynı şey mekanlar için de geçerlidir.

Bazı yerlere adım atar atmaz omuzlarımıza görünmez bir ağırlık çöker.

Bazı mekanlar ise yaşadığımızı hissettirir.

Bu hisleri hepimiz kanıksadık.Ancak nedenlerini çoğunlukla kendi içimizde ararız.

Yorgun mu uyandım? Kötü uyudum ondandır.

Bir buluşmadan sonra tükenmiş mi hissettim? Muhtemelen içe dönük biriyim.

İşe gitmekten mi korkuyorum? Kim korkmuyor ki?

Ama burada kültürel anlatıların izin verdiğinden daha fazlası var. Hem daha basit hem de daha karmaşık bir şey.

Hissin Altındaki Bilim

Beynimiz, vücut ağırlığımızın yalnızca %2’sini oluşturmasına rağmen, enerjimizin %20’sini tüketir. Yani kullanması oldukça masraflı bir organdır.

Bir tehdit veya belirsizlikle karşılaştığında, glikozu çok daha hızlı yakmaya başlar.

Gerginlikle dolu o odaya girdiğinizde beyniniz sayısız sinyali işler: yüz ifadeleri, beden dili, ses tonu, bu insanlarla geçmiş deneyimleriniz, etkileşimin olası sonuçları… Tüm bunlar bilinç düzeyinin altında gerçekleşir ama metabolik açıdan sizi yine de tüketir.

Bazı nörobilimciler buna “allostatik yük” der; kronik stresin ve yaşam olaylarının kümülatif yükü.

Vücudunuz, bir kaplandan kaçmakla pasif-agresif bir toplantıya katılmak arasında ayrım yapmaz. İkisi de benzer fizyolojik tepkiler yaratır.

Enerjimizi Tüketen Mekânlar

Fiziksel ortamlar nötr değildir. Bizi etkilerler.

Filozof Gaston Bachelard’ın “mekânın şiirselliği” üzerine yazdığı gibi, çevremiz sadece konforumuzu değil, bilincimizi de şekillendirir.

Penceresiz ofis, bir türlü ısınmayan daire, kendi düşüncelerinizi bile duyamadığınız restoran… Bunlar sadece rahatsızlık değil, birer enerji vampiridir.

Hastane tasarımı üzerine yapılan çalışmalar, pencereden ağaç gören hastaların iyileşme hızının arttığını gösteriyor.

Doğal ışık alan ofislerde çalışanlar daha az yorgunluk ve daha iyi odaklanma bildiriyor.

Japonların “orman banyosu” (Shinrin-yoku) pratiği, kortizol ve kan basıncını düşürüyor.

Peki, neden günlük ortamlarımız insan enerjisi düşünülerek tasarlanmıyor? Çünkü bunlar verimlilik, kâr veya başkasının estetik tercihleri için inşa ediliyor. Biz uyum sağlamak zorundayız, ama bu uyumun da bir bedeli vardır.

Enerjimizi Tüketen İnsanlar

Hepimiz onları tanıyoruz.

Her konuşmayı bir şikâyet listesine çevirenler. Sürekli onay isteyen ama karşılık vermeyen arkadaşlar. Sorunları, sadece çözümün kahramanı olabilmek için yaratan meslektaşlar.

Bu etkileşimler sadece sinir bozucu değil, aynı zamanda enerjisel olarak da maliyetlidir.

Psikologlar buna “duygusal emek” der; başkalarının ihtiyaçlarını yönetmek için kendi duygularınızı idare etme işi.

Başlangıçta hizmet sektörü için kullanılan bu terim (hostesin sürekli gülümsemesi, hemşirenin sakinleştirici tonu), kişisel ilişkilerimiz için de geçerlidir.

Sürekli kendi gerçek tepkilerinizi bastırmaya, her kelimenizi tartmaya veya karşılık beklemeden onların olumsuzluğunu taşımaya zorlayan bir ilişki, aslında ücretsiz duygusal emektir. Fatura ise sizin tükenmişliğiniz olur.

Enerjimizi Tüketen İnsanlar (Jung Bakış Açısı ile)

Jung’a göre libido, zihnimizi ve ruhumuzu harekete geçiren temel yaşam gücüdür. Düşüncelerimizi, duygularımızı, yaratıcılığımızı ve ilişkilerimizi besleyen enerjidir.

Bu enerji, bilinç ile bilinçdışı arasında sürekli akar. Tıpkı kanın vücudu beslemesi gibi, psişik enerji de zihinsel süreçlerimizi besler. Ama bu enerji tıkanır, yanlış yönlendirilir ya da tüketilirse psikolojik sorunlar ortaya çıkar.

Jung’a göre her ilişki bir enerji alışverişidir.

Bazı etkileşimler dengelidir: Her iki taraf da buluşmadan güçlenerek ayrılır. Bazıları ise tek taraflıdır: Biri canlanırken diğeri tükenir.

Peki bazı insanların bizi böylesine yormasının ardında ne var? Jung üç temel mekanizmadan söz eder:

  1. Projeksiyon (Yansıtma): İnsanlar kendi kabul edemedikleri duygularını başkalarına yansıtır. İnsecure olan biri sürekli sizin işinizi eleştiriyorsa, aslında kendi korkularını size taşıyordur. Siz sadece onunla değil, onun sakladığı tüm psikolojik bagajla uğraşıyorsunuzdur.
  2. Duygusal Bulaşma: Duygular tıpkı virüsler gibi bulaşır. Araştırmalar, beynimizdeki ayna nöronların başkalarının duygusal durumlarını taklit etmemize yol açtığını gösteriyor. Kaygılı, öfkeli ya da umutsuz birinin yanında olmak, sizi de aynı ruh haline sokar.
  3. Gölge (Shadow): Jung’un en önemli kavramlarından biri gölgedir: Kendi kişiliğimizin reddettiğimiz, bastırdığımız tarafları. Biri öfkesini kabul etmiyorsa, pasif-agresif tavırlarla çevresini tüketir. Biri kendi bencilliğini inkâr ediyorsa, başkalarının üzerinden kontrol kurmaya çalışır. Gölgesini tanımayan insanlar, enerjilerini başkalarının sırtına yükler.
Tükenişi Kabul Etme Cesareti

Enerji dinamiklerini kabul etmekten kaçıyoruz. Çok “spiritüel” veya “bilim dışı” geliyor.

Bunun yerine kendimizi suçluyoruz.

Belki de depresyon dediğimiz şey, aslında depresif koşullara verilen rasyonel bir yanıttır.

Belki de içine kapanıklık sandığımız şey, sömürücü sosyal ortamlara karşı normal bir tepkidir.

Belki de disiplin eksikliği diye gördüğümüz şey, irademizi sistematik olarak tüketen çevresel faktörlerdir.

Konfüçyüs’ün dediği gibi: “Bilgeliğin başlangıcı, şeylere doğru isimlerini vermektir.”

Aynı durum burada da geçerli. Sizi neyin tükettiğini adlandırmak, şımarıklık değil, öz-korumadır.

Ne Yapılabilir?
  1. Gözlemleyin. Ne zaman enerjik, ne zaman tükenmiş hissettiğinizi fark edin. Yargılamadan, bir bilim insanı gibi veri toplayın. Ortaya çıkan desenler sizi şaşırtabilir.
  2. Deneyin. Küçük değişiklikler yapın. Masanızı pencereye yaklaştırın mesela. Sizi ücretsiz bir terapist gibi gören arkadaşınızla daha az vakit geçirin. Trafik yerine ağaçların arasından geçen bir yolu tercih edin.
  3. İzin Verin. Bedensel sinyallerinize güvenin. Başka otoritelerin onayını beklemeyin. Enerji seviyeniz, çevreniz hakkında önemli bir veri sunar.
  4. Yönetin: Meditasyon, doğada zaman geçirmek, sanatla uğraşmak, spor yapmak gibi yollarla enerjinizi yenileyin.

Enerji yönetimi, bolluğu tezahür ettirmek veya titreşiminizi yükseltmek değil. İnsanların sürekli kaynak alışverişi içinde olan açık sistemler olduğunu kabul etmektir.

Hayatı dolu dolu yaşamak, ancak sınırlı enerjinizin nereye aktığını ayırt etmekle mümkün olur.

Hayatınızın en değerli anıları, sizden alıp hiç geri vermeyen ortamlarda harcanan saatler olmayacaktır.

Nietzsche’nin amor fati’si (yazgıyı sevmek) tüketici koşulları pasifçe kabullenmek değil, yaşam sevgisini mümkün kılacak koşulları yaratmaktan sorumlu olmaktır.

Eğer bu satırları okuyorsanız, yaşıyorsunuz demektir.

Hikâye henüz bitmedi. Siz hâlâ bir özne, hâlâ bu görünmez enerji ağının aktif bir parçasısınız.

Anlamı da, yönümüzü de biz yaratıyoruz. Ve sonunda, yaşam enerjimizi hangi ilişkilerde, hangi mekânlarda, hangi anlarda harcayacağımıza yalnızca biz karar veriyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir