
Birçoğumuz görülmekten korkarız.
Ama bu korku, çoğu zaman sanıldığı gibi fark edilme arzusuyla karışmış yüzeysel bir çekingenlik değildir. Asıl tedirgin edici olan, gerçekten algılanmaktır. Yani başkalarının zihninde bir yer edinmek; onların yargısına bütünüyle açılmak ve hakkımızda bizim yazmadığımız bir hikâyenin başlamasına razı olmak.
Çünkü başkalarının zihninde var olmak, kontrol edemediğimiz bir anlatıya teslim olmak demektir.
Karmaşıklığımızın tek bir davranışa, tek bir cümleye ya da tek bir ana indirgenebileceğini bilmek… Ve bunun birinin bizi uzun yıllar boyunca “öyle biri” diye hatırlaması için yeterli olabileceğini fark etmek. İnsanı asıl huzursuz eden de budur.
Bu yüzden kendimizi dikkatle kurgularız. Sözcüklerimizi seçer, jestlerimizi ölçer, hatta ne zaman sessiz kalacağımızı bile hesaplarız. Kimliğimizi çoğu zaman olduğumuza inandığımız kişiye değil; başkalarının bizi güvenle, yanlış anlamadan görebileceğine inandığımız hâle yaklaştırmaya çalışırız.
Ama algının trajedisi şudur:
Ne kadar özen gösterirsek gösterelim, görülme biçimimiz hiçbir zaman bütünüyle bizim elimizde değildir.
“Biz şeyleri oldukları gibi değil, olduğumuz gibi görürüz.” — Anaïs Nin
Anaïs Nin’in bu cümlesi, bu çıkmazın tam merkezine dokunur. İnsanlar bizi doğrudan görmez; önce kendilerinden geçerek bakarlar. Kendi geçmişlerinden, korkularından, beklentilerinden ve yaralarından süzülen bir bakıştır bu. Algı dediğimiz şey, yalnızca karşısındakini değil, bakan kişinin iç dünyasını da ele verir.
Bu da kaçınılmaz bir gerçeği beraberinde getirir: Kendimizi nasıl sunduğumuzdan bağımsız olarak, başkalarının dünyayı gördüğü merceğe tabi kalırız.
Bu yüzden kendimizi çoğu zaman iki ayrı yerde var olurken buluruz.
İçeride olduğumuzu sandığımız kişi.
Dışarıda, hakkımızda kurulan kişi.
Aradaki mesafe bazen tolere edilebilir gibidir; bazen de fark ettirmeden genişler. Ve bir noktada, dışarıdaki imajın yükünü iç dünyamıza taşımaya başlarız. Başkalarının zihninde beliren hâlimiz, kendi sesimizin önüne geçer.
Yanlış anlaşılmaktan korkarız. Çünkü algının kalıcı olabilmesi için büyük bir hikâyeye ihtiyaç yoktur. Küçük bir an yeterlidir. Yarım kalmış bir cümle. Gergin bir tebessüm. Uzun bir sessizlik.
Ve bu okumaların hiçbiri, sonradan verilen bir açıklamayla geri alınamaz.
İşte tam bu noktada uyumlanmaya başlarız. Kendimizi törpüleriz. Bazı yönlerimizi yumuşatır, bazılarını saklarız. Nerede duracağımızı, nasıl konuşacağımızı, neyi göstermememiz gerektiğini öğreniriz. Görünmez bir sahnede, görünmez bir seyirci için ayar yaparız.
Ama tüm bu ayarlamalar sırasında, bizden gerçekten olanı yavaş yavaş yitirmiyor muyuz?
Eğer sürekli sahnedeysek, sürekli başkalarının bakışında doğru ışığı arıyorsak; ne zaman kendimiz olmaktan çıkıp, kendimizin yalnızca kabul edilebilir bir versiyonuna dönüşürüz?
Yanlış anlaşılmanın kendine özgü bir acısı vardır.
Bu, aslında ne kadar anlatsak da, başkalarının zihnindeki imajımızı bütünüyle geri alamayacağımızı bilmenin çaresizliğidir. Bilinmek isteriz — ama sadece kabul ettiğimiz hâlimizle. Görülmek isteriz — ama seçtiğimiz ışıkta.
Algı bize karşı çalışmaya başladığında, kendi hikâyemizin yazarlığını yitirmiş gibi hissederiz.
Birileri mesafeli der; içimizdeki kırılganlığı göremez.
Başkaları kibirli yakıştırmasını yapar; sessizliğimizi utangaçlık yerine üstünlük sanır.
Birileri zayıf sayar; her gün içimizde verdiğimiz savaşı bilmeden.
Ve ister istemez sorarız:
Eğer kimse bizi kendimizi gördüğümüz gibi görmüyorsa, biz gerçekten kimiz?
Özgürleşme
Belki de kendimizi korumanın en sağlam yolu, algıyı yönetme takıntısından vazgeçmektir.
Yanlış anlaşılmanın bir istisna değil, kaçınılmaz bir sonuç olduğunu kabul etmek. İmajımızın binlerce zihinde bin farklı biçimde kırılacağını ve hiçbirinin bütünüyle doğru olmayacağını kabullenmek.
İnsan olmak, yanlış algılanmaktır.
İnsan olmak, başkalarının gözünde sürekli değişen, çoğalan ve parçalanan yansımalar hâlinde var olmaktır. Ve belki de bu bir trajedi değildir. Belki de varoluşun o kaçınılmaz, tuhaf ve aynı anda hem güzel hem ürkütücü deneyiminin ta kendisidir.
O halde soru şudur:
Bizi eksik ve dar hâliyle temsil eden algılar uğruna kendimizi mi tüketeceğiz?
Yoksa ne yaparsak yapalım, her zihinde başka bir yankıya dönüşeceğimizi kabul edip, nihayet kendi tarafımızda mı duracağız?

Bir yanıt yazın