
İnsanlık için en büyük tehdit, dışarıdan gelen bir felaket olmayabilir.
Belki de asıl tehlike, kendi kurduğumuz bir oyunun içinde, farkına varmadan sıkışıp kalmamızdır.
Bu oyunda kimse tek başına kötü değildir. Kimse sabah uyanıp dünyayı biraz daha yaşanmaz kılmaya karar vermez. Aksine, insanlar çoğu zaman kendi koşulları içinde mantıklı, hatta kaçınılmaz görünen tercihler yapar. Geçimini korumak, geri kalmamak, görünür olmak, güvende hissetmek ister.
Bir çalışan, işini kaybetmemek için etik bulmadığı bir uygulamaya sessiz kalır. Bir içerik üreticisi, savunmadığı bir dili sırf algoritma ödüllendiriyor diye benimser. Bir müteahhit, piyasada tutunabilmek için yeşil alanı feda eder; bir ev sahibi, mülkünün değerini düşünerek buna ses çıkarmaz. Bir akademisyen, gerçekten düşünmek yerine hızlıca “yayın” üretir. Bir insan, incinmemek adına ilişkilerde yüzeyde kalmayı seçer. Bir politikacı, kazanmak uğruna ayrıştırıcı bir dil kullanır. Bir işletme sahibi, ayakta kalmak için kuralları esnetir.
Bu tercihler tek tek ele alındığında savunulabilir görünür. Hatta çoğu zaman “başka çarem yoktu” cümlesiyle açıklanır. Ancak bu masum gibi görünen kararlar bir araya geldiğinde, kimsenin özellikle istemediği ama herkesin katkıda bulunduğu bir sonuç ortaya çıkar.
Ortaya çıkan şey ilerleme değildir; aşınmadır. Güvenin, derinliğin, uzun vadeli düşünmenin ve ortak iyinin yavaş yavaş erimesidir. İnsanlar kazandıklarını sanırken, aslında yaşanabilir bir zemini kaybetmeye başlar.
Kimsenin özellikle istemediği ama herkesin küçük katkılar sunduğu, sonunda da kimsenin gerçekten kazanmadığı bu tür durumlara verilen bir isim var: Moloch Kapanı.
Moloch adı, kökenini Antik Yakın Doğu mitolojisinden alır.
Tarihsel anlatılarda Moloch, kendisine sürekli kurbanlar sunulmasını talep eden doymak bilmez bir tanrı figürüdür. Bu kurbanlar sıradan hediyeler değildir; kimi anlatılarda çocukların, hatta yeni doğanların ateşe verilerek feda edildiği aktarılır. İnsanlar bunu vahşetten değil, korkudan yapar. Çünkü Moloch doyurulmazsa felaket geleceğine, düzenin çökeceğine inanılır. Kimse çocuğunu kurban etmek istemez; ama herkes, kurban etmemesi hâlinde, hayatında daha büyük bir yıkımla karşılaşacağını düşünür.
Modern dünyada Moloch artık tapınakları olan bir tanrı değil.
Ama mantığı hala yaşamakta. Bugün kimse çocuklarını literal anlamda ateşe atmıyor olabilir; fakat zaman, dikkat, zihinsel sağlık, derinlik, gelecek duygusu ve uzun vadeli insani değerler, “oyunda kalmak” uğruna sistematik biçimde feda ediliyor. Kurban edilen şey değişti; kurban mantığı değil.
Moloch, yıkıcı ve kontrolden çıkmış rekabetin bir metaforudur. Daha hızlı olanın, daha sert davrananın, daha görünür olanın ödüllendirildiği; yavaşlamanın, durmanın ya da geri çekilmenin cezalandırıldığı bir düzeni temsil eder. Bu düzende temel soru artık “Doğru olan nedir?” değildir. Soru şuna dönüşür: “Beni bu oyunun içinde tutan nedir?”
İnsanlar dikkat için yarışır, statü için yarışır, güvenlik için yarışır. Yarış başladıktan sonra oyunun kendisi sorgulanmaz. Herkes sadece geri kalmamaya çalışır. Çünkü geri kalmak, bu sistemde ağır bir bedel demektir.
Kısa vadeli kazançların cazibesi buradan gelir. Hızlıdır, somuttur, hemen geri bildirim verir. Uzun vadeli olan ise belirsizdir; sabır ister, güven ister ve çoğu zaman görünmez fedakârlıklar talep eder. Bu yüzden kısa vadede kazandıran tercihler, uzun vadede neye mal olacağını bilsek bile tekrar tekrar seçilir.
Zamanla bu tercihler bireysel olmaktan çıkar ve yapısal hale gelir. “Ben yapmasam da başkası yapacak” cümlesi yaygınlaşır.
İnsanlar yanlış olduğunu bildikleri davranışları oyundan düşmemek için sürdürür. Böylece kimsenin tek başına durduramadığı, ama herkesin içinde sürüklendiği bir koordinasyon problemi ortaya çıkar.
Bu tür rekabet ortamlarında ilk zarar gören şey, birlikte düşünme yeteneğidir.
Bilgi paylaşılmaz, çünkü avantajdır. Açıklık azalır, çünkü risklidir. Hata kabul edilmez, çünkü bedeli ağırdır. İnsanlar gerçeğe bakarak değil, birbirlerine bakarak karar verir. “Doğru mu?” sorusu sessizleşir; yerini “işe yarıyor mu?” alır.
Ortaya çıkan tablo tuhaftır: düşünebilen insanlar vardır, ama düşünen bir düzen yoktur. Bireyler kendi çıkarlarını hesaplayabilir; fakat bu hesaplar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütüne dönüşmez. Aklın yerini refleksler, öngörünün yerini korku alır. Kolektif zekâ tam olarak böyle çöker.
Bu süreci hızlandıran unsurlardan biri de teknolojidir; özellikle de dikkat ekonomisi. Viral olmanın, görünür olmanın ve ölçülebilir geri bildirimlerin yarattığı dopamin döngüsü, insan davranışını güçlü biçimde şekillendirir. Ödülün ne zaman geleceğini bilmemek, insanı tekrar tekrar oyuna çeker. Bu yalnızca zamanımızı değil, düşünme biçimimizi de dönüştürür; bizi daha hızlı, daha yüzeysel ve daha tepkisel hâle getirir.
Teknoloji tek başına masum ya da suçlu değildir. Ama yanlış teşviklerle birleştiğinde, Moloch’un en işlevsel araçlarından birine dönüşür.
Bu düzen içinde bazı insani değerler sessizce geri çekilir. Sabır, derinlik, güven, hakikat ve ölçülülük gibi ölçülmesi zor olanlar; performans, hız, görünürlük ve büyüme gibi kolay ölçülebilen kavramların gölgesinde kalır. Sorun bir değeri diğerine tercih etmek değil, hangi değerlerin sistematik biçimde feda edildiğini fark etmemektir. Bir toplum, fark etmeden kolay ölçülebileni gerçekten değerli olana tercih etmeye başlar.
Peki çıkış mümkün mü?
Moloch’tan çıkış, bireysel ahlak çağrılarıyla olmaz. Bu bir “daha iyi insan olalım” meselesi değildir. Bu, daha iyi oyunlar kurma meselesidir. Teşvikleri değiştirmek, kazanmanın ne anlama geldiğini yeniden düşünmek, rekabet ile işbirliği arasındaki dengeyi yeniden kurmak gerekir.
Bu kolay değildir. Çünkü koordinasyon ister. Ama ilk adım, içinde olduğumuz oyunu fark etmektir. Bir şeyin adını koyduğumuzda, ona mahkûm olmaktan bir adım uzaklaşırız.
Belki de en büyük tehdidimiz, kontrol edemediğimiz bir güç değil; kontrol ettiğimizi sanarak yarattığımız sistemlerdir.
Moloch bir kader değildir. Bir metafordur. Ve her metafor gibi, fark edildiğinde gücünü kaybetmeye başlar.
Asıl soru şudur: Daha hızlı mı olmak istiyoruz, yoksa daha akıllı mı?

Bir yanıt yazın