
Henry David Thoreau 1817 yılında, Amerika’nın küçük bir kasabasında, Concord’da doğdu. Büyük bir şehirde, yüksek beklentilerin ve gürültülü hayallerin ortasında değil; ağaçların, nehirlerin ve mevsimlerin hâlâ söz sahibi olduğu bir yerde. Belki de bu yüzden hayatı boyunca kalabalıklara değil, sessizliğe kulak verdi.
Thoreau hiçbir zaman “büyük bir hayat” yaşamak istemedi. Onun arzusu başkaydı: gerçek bir hayat yaşamak istiyordu. Fazlalıklardan arınmış, başkasının dayattığı anlamlardan uzak, vicdanla uyumlu bir yaşam.
Harvard’da okudu. Klasik eğitim aldı. Felsefe, edebiyat, doğa bilimleri… Ama mezun olduğunda, bu bilgileri bir kariyere dönüştürme fikri ona dar geldi. Öğretmenlik yaptı, sonra bıraktı. Çünkü çocuklara sadece bilgi değil, itaat öğretildiğini fark etti. Hayatını kazanmak için yaptığı işlerin, hayatını tükettiğini sezdi.
Thoreau’nun en yakın dostu Ralph Waldo Emerson’dı. Emerson ona düşünmeyi, sorgulamayı ve en önemlisi kendi yolunu ciddiye almayı öğretti. Ama Thoreau hiçbir zaman bir düşünürün gölgesinde kalmadı. O, fikirlerini yazmaktan çok yaşamaya çalışan biriydi.
Bir gün, toplumla arasına küçük bir mesafe koymaya karar verdi. Tam anlamıyla kaçmak değil; daha çok, daha net görebilmek için geri çekilmek. Walden Gölü kıyısında, kendi elleriyle küçük bir kulübe yaptı. Oraya taşındı. Yanına yalnızca ihtiyacı olan şeyleri aldı: birkaç kitap, basit eşyalar, zaman.
İki yıl boyunca orada yaşadı.
Bu bir inziva değildi. Bu bir deneydi.
“İnsan, gerçekten neye ihtiyaç duyar?” sorusunun deneysel cevabı.
Walden’da geçirdiği günler boyunca, doğayı romantize etmedi. Doğayı dinledi. Sabahları gölün sessizliğini, kışın donmuş toprağın sabrını, yazın böceklerin ısrarını gözlemledi. İnsanların şehirlerde unuttuğu ritmi orada yeniden hatırladı.
Ve fark etti:
Zenginlik, sahip olduklarımızla değil; vazgeçebildiklerimizle ölçülür.
Thoreau’ya göre modern insanın en büyük yanılgısı, yaşamı kolaylaştırmak için kurduğu sistemlerin, zamanla yaşamın kendisini ele geçirmesiydi. Daha çok çalışıyor, daha çok kazanıyor, ama daha az hissediyordu. Hayat hızlanıyor, ama derinleşmiyordu.
Walden kitabı bu yüzden bir doğa günlüğü değil yalnızca. Aynı zamanda bir ahlak manifestosudur. Thoreau, iyi bir hayatın teknik değil, etik bir mesele olduğunu savunur. Nasıl yaşadığımız, ne kadar kazandığımızdan daha önemlidir. Vicdanla uyumlu olmayan bir düzen, ne kadar başarılı görünürse görünsün, eksiktir.
Bu vicdan meselesi onu politik olarak da rahatsız etti. Köleliği ve adaletsizliği destekleyen bir devlete vergi ödemeyi reddetti. Bu yüzden hapse girdi. Sadece bir gece. Ama o gece, Thoreau’nun düşüncelerini tarihe kazıdı.
“Bir insanın yeri, adaletsiz bir düzende hapishane olmalıdır,” dedi.
Bu düşünce daha sonra Sivil İtaatsizlik metnine dönüştü. Gandhi’yi, Martin Luther King’i ve daha nicelerini etkileyen bir metin.
Ama Thoreau için bu bir teori değil, yaşanmış bir karardı. Bedelini ödemeye hazır olduğu bir duruştu.
Hayatı boyunca “uyumsuz” olarak görüldü. Fazla yavaş, fazla sorgulayıcı, fazla yalnız. Ama belki de Thoreau’nun asıl cesareti buydu: herkesin acele ettiği bir dünyada durabilmek.
Ömrü kısa sürdü. 44 yaşında, veremden hayatını kaybetti. Yaşarken çok az kişi tarafından ciddiye alındı. Ama ölümünden sonra, çağının çok ilerisinde olduğu anlaşıldı. Çünkü Thoreau’nun soruları eskimedi:
– Daha fazlasına mı ihtiyacımız var, yoksa daha azına mı?
– Uyum sağlamak mı erdemdir, yoksa vicdanı korumak mı?
– Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece meşgul müyüz?
Bugün Thoreau’yu okurken, onu bir doğa yazarı ya da romantik bir düşünür olarak görmek eksik olur. O, modern dünyanın ilk “yavaşlayan” insanlarından biriydi. Gürültüye karşı sessizliği, tüketime karşı sadeliği, itaate karşı vicdanı savundu.
Yaşam Kılavuzu’nun satır aralarında dolaşan soru da tam olarak budur zaten:
Nasıl daha başarılı oluruz değil; nasıl daha sahici yaşarız?
Thoreau bu soruya bir cümleyle karşılık vermedi.
Cevabı, yaşadığı hayatın içine gizledi.

Bir yanıt yazın