Kapatmak için ESC tuşuna basın

Anaïs Nin: Kendi İç Denizinde Kaptan Bir Kadın

Anaïs Nin, hissettiklerini her daim yazan, yazdıkça var olan bir kadındı.

1903’te Paris’te doğdu. Babası Kübalı bir besteci, annesi ise şarkıcıydı. Müziğin ve duygunun evde sürekli dolaştığı bir çocukluk… Ama bu estetik dünya çok erken parçalandı. Babası evi terk etti. Anaïs henüz on bir yaşındayken, annesiyle birlikte Avrupa’dan Amerika’ya doğru bir gemiye bindi.

İşte o yolculukta, bir defter açtı. O defter asla kapanmadı.

Anaïs, dünyayı rasyonalize etmeye çalışanlara inat, dünyayı hissetmeyi seçti.

Gençliğinde hep “fazla”ydı: Fazla hisseden, fazla düşünen, sınırları fazla zorlayan… Ne toplumun ona biçtiği “sadık eş” gömleğine sığabildi ne de dönemin sığ kadın anlatılarına.

1930’larda Paris’e döndüğünde, kendini bir entelektüel patlamanın tam ortasında buldu. Henry Miller’la tanıştı. Ardından eşi June Miller’la. Bu ilişkiler kimlik, arzu ve sınırların çözülmesi demekti. Anaïs Nin, bir ilişkiden diğerine savrulurken aslında tek bir şeyin peşindeydi: Kendine sadık kalmak.

Psikanalizin derin sularına daldı, Otto Rank ile çalıştı. Freud’un soğuk haritalarını inceledi ama ruhu orada üşüdü. Ona göre insan sadece bastırılmış dürtülerin bir toplamı değildi; insan her şeyden önce şiirsel bir varlıktı. Rüyalar ve sezgiler, laboratuvar sonuçlarından çok daha gerçekti onun için.

Edebiyat dünyasının kapıları ona uzun süre kapalı kaldı. Erkek yazarların en mahrem itirafları “cesaret” ve “sanat” sayılırken, Anaïs’in yazdıkları “fazla kadınsı” ve “fazla kişisel” bulunarak küçümsendi. Yılmadı. Kendi kitaplarını kendisi bastı. Mürekkep lekesi parmaklarına bulaştıkça, sesi daha gür çıkmaya başladı.

“Hayat, insanın cesaretiyle orantılı olarak genişler veya daralır.” diyordu. 

1977’de aramızdan ayrıldığında, arkasında ciltler dolusu günlük ve on yıllara yayılan bir iç hayat haritası bıraktı.

Bugün Anaïs Nin okumak, aynada kendi bastırdığımız cümlelerimizle göz göze gelmek gibidir. Kadın olmanın bitmek bilmeyen bir içsel keşif yolculuğu olduğunu anlamaktır. 

Anaïs bize şunu hatırlatır: Hayat, sadece konforlu limanlarda biriktirdiğimiz anılar toplamı değildir. İnsan, kendi gerçekliğinin o tekinsiz sularına dalmaya, o sularda boğulma pahasına derine inmeye cüret etmedikçe; sadece başkalarının yazdığı bir senaryoda figüranlık yapar. O, bize kendi hayatımızın tek tanığı ve tek yargıcı olma cesaretini miras bıraktı. Çünkü ona göre asıl trajedi ölmek değil, içindeki o ‘vahşi ve dürüst’ sesin hiç duyulmasına izin vermeden göçüp gitmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir